27.06.2009

BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ 18. Böl.


Aradan geçen üç gün içinde, gençler
yaptıkları bu hararetli sohbeti düşünüp,
tefekkür etmişler ve anlamaya çalışmışlardı.
Üçü de her akşam düzenli olarak,
bir takım zikirler çekerek mağaraya yöneliyor,
hacet namazı kılarak,
Cenabı Allah’tan mağaranın yerini görmek ve
sırlarına ermek konusunda yardım istiyorlardı.


Yoğun zikir çalışmaları ve dualarla tek bir noktaya yönelmek,
o noktanın iç ve dış sırlarının kişiye açılmasına sebep olduğu gibi,
mağaranın da sırları, bu üç arkadaşa açılmaya başlamıştı.
Alper ve Hakan’ın gördüğü rüyalar, birbiriyle ayni denecek kadar benzerlik gösterirken, Yahya’nın gördüğü rüyalar,

bu ikisinden tamamen farklı ve ahir zaman süreci ile ilgiliydi. Kişinin zihin menfezlerinin, geleceğe ya da geçmişe açık olmasından dolayı,
bu farklılığın olduğunu biliyorlardı.
Kendilerine verilecek olan sırrın da,
bu özelliklere göre olacağını düşünüyorlardı.

Bu akşam, Hakan’ın evinde toplanmışlar
yine hararetli bir şekilde konuşuyor
ve durum değerlendirmesi yapıyorlardı.

HAKAN: Arkadaşlar; geçen akşam konuştuğumuz, Ay günleri konusunu, Mustafa abiye sordum.

YAHYA: Ne dedi?

HAKAN: Doğru olduğunu ve bu anlatılan şeylerin, Ay’ın ve insanın sırlarından sadece birkaç tanesi olduğunu söyledi. Hakikaten insanın dört ayrı bilinci ve yedi ayrı evresi varmış.
İnsanın ana rahminde geçirdiği ilk 40 gün maden bilincine, ikinci 40 gün bitki bilincine ve üçüncü 40 gün hayvan bilincine denk gelmekteymiş. Hayvan bilincinin bittiği ve insan bilincinin başladığı gün, ana rahmindeki 120. gün oluyor. Dikkat ederseniz, ana rahmindeki bebeğin beyninin, enerji beden üretimi, bu günde başlıyor.

ALPER: Yani ruh üflenmesi denen şey, bu gün oluyor.

HAKAN: Evet, tam olarak anlatılmak istenen sanırım bu. Ayrıca Ay’ın birinci kat sema olduğunu, Allah’ın Veli kullarına ve fen ilminin sağladığı teknik imkânlarla, uzaya çıkan ve inenlere bir istasyon görevi gördüğünü söyledi.
İnenler arza göre, çıkanlar göklere göre uygun bir bedeni, Ay’da giyerlermiş.

ALPER: Nasıl yani? Allah’ın veli kulları da mı, başka alemlere giderken, Ay’da beden değiştirip, istasyon olarak kullanıyorlar?

HAKAN: Dediğim gibi, Ay birinci kat sema olduğu için sadece bunlar değil, ölen bir kimsenin ruhu da buraya uğramak zorunda. Ay, ölen bir kimse için, en riskli sırat köprüsüdür. Ay’ın karanlık yüzü için, Cehennem’dendir denilmektedir. Ayrıca çoğumuzun dilinde olan ve çocuklarımıza öğrettiğimiz Ay dede sözü, çok önemli bir gerçeğe işaret etmektedir.

YAHYA: Ay dede sözü mü ?

HAKAN: Hazreti Muhammed (s.a.v.) Efendimiz, Miraç’a çıkarken birinci kat semada kimi gördü?

YAHYA: Âdem peygamberi gördü.

HAKAN: Birinci kat sema Ay’dır ve Âdem peygamber bizim dedemizdir. Dolayısıyla Ay dede sözü, Âdem peygamberin, berzahtaki makamı olmasından dolayıdır. Böyle nice söz vardır, içinde taşıdığı gerçeklerden, tamamen habersiziz.
Ayrıca Ay’ın istasyon görevi görmesi konusunda, Üstat Said Nursi Bediüzzaman Hazretleri 15. söz, dördüncü basamakta şöyle buyurmaktadır:
’Elbette, cesedi misali giyen ve manevi hafiflik ve letafete erişen bir kısım ehli dünya (enbiya-evliya) uzaya gidebildikleri gibi, cesedi zahiri giyen bazı gök ehli de dünyaya gelebilirler ve gelmektedirler.’’
Üstad yine 29. sözde şöyle buyurur:
’Bazı madensel taşıma araç çeşitleri, bir kısım gök ehlinin uzay gemisi ve bineğidir ki, Allah’ın izniyle bunlara binerek, dünyayı ve görünen âlemleri gözetleyip gezerler. Gezegen olan yıldızlardan, yağmur damlalarına kadar çeşitli varlıklarda yine meleklerin binekleridirler.
Balık suda, böcek toprakta yaşadığı gibi yıldızların ateşinde bile varlıklar bulunur
.’’


Mustafa abi, eski ismi Babil’de, Ay tanrısına SİN dendiğini söyledi ve Kuran’ı Kerim’de, Hazreti Muhammed (s.a.v),YA SİN diye hitap edildiğine dikkat çekti. Yine eski Mısır’da, Ay ile kedinin kutsal sayıldığını, bunların ikisinin de, arkalarını yani sırtlarını yeryüzüne dönmediklerini söyledi. Kediyi ne kadar yüksekten atarsan at, yine de dört ayaküstüne düşmekte ve sırtı yere gelmemektedir. Ay da ayni bu kedi gibi arka yüzünü hiçbir zaman dünyaya dönmemekte ve biz insanlara göstermemektedir.

ALPER: Hakikaten tuhaf bir benzerlik var. İnsan bu gibi şeyleri öğrenmeye başlayınca, kafası biraz karışmaya başlıyor.

YAHYA: Klasik din bilgileriyle yetiştiğimiz ve beş duyu ile algıladığımız verilerle kendimizi şartlandırdığımız için her öğrenilen sır, ilk başlarda insanı biraz şüpheye düşürüyor.

ALPER: Arkadaşlar, akşam mağara ile ilgili, gayet net bir rüya gördüm.

HAKAN: Hayırdır inşallah anlat bakalım.

ALPER: Gece vakti, Demirköy ormanlarında, Malipetra denen kayalığın olduğu civarda, kuzey istikametine doğru yürüyordum. Arkamdan, yüzlerini göremediğim iki kişi geliyordu. Sağımda ve solumda olmak üzere, bir insan boyu gerideydiler. Ormanlık olmasına rağmen sanki bana özel bir yol açılmış ve ben o yolda, bildiğim bir yere doğru gidiyordum. Arkamdan gelen o iki kişi, bana Saffat suresini anlatıyorlardı. Tam o sırada sağ tarafta bir mağara ağzı gördüm…
Mağaranın ağzında, yüzünü göremediğim ak yazmalı bir kadının peşine takıldım. Kadın, beni doğruca 12 tane tünel ve demir bir kapının olduğu yere getirdi. Üçüncü tünelin ağzında, adamın biri, yere yeşil bir seccade sermiş, namaz kılıyordu. Ben geldikten sonra sağa-sola selam vererek namazdan çıktı ve gülümseyerek bana döndü.

Seccadesinin altından iki tane kitap çıkardı. Kitabın birini o kadına verdi, diğerinin ise sayfalarını açarak okumaya başladı. Mağaranın içinde soldan sağa 13 tünel vardı ama sadece 13. tünelin ağzı, demir bir kapı ile kapatılmış ve kalın zincirlerle, asma kilitlerle kilitlenmişti.


Kapının üzerinde biri yuvarlak, biri dört köşe, diğeri ise sekiz köşeli olmak üzere toplam üç tane tokmak vardı. Adam anlatmaya daha doğrusu kitaptan okumaya, bunların sırlarından başladı:

‘’Bu kapının yuvarlak olan tokmağı, kalpteki FUAD denen ve âlemlere açılan noktaya işaret eder. Eğer bu kapı bu tokmakla açılırsa, gireceğin âlem, sonsuz âlemlerden herhangi biri olabilir.

Bu tokmağın açıldığı âlem, açan kişiye ve dünyanın içinde bulunduğu çağa ve burça göre değişir. O yüzden, kapı bu tokmakla açılırsa, kişi sonsuz âlemlerde kaybolabilir.

Eğer kapı, dört köşe olan tokmakla açılırsa, dört büyük meleğin ve Âdem (a.s.) sırrına erersin. Kâbe’deki kara taşın geldiği âleme gidersin. Ayrıca bu dört köşe tokmak, suyun sırrına da işarettir. Su her halinde secde vaziyetinde, yerde ve dörtgendir. Ateşin sırrı ise üçgendir. Ateş şeytanın simgesi, su ise meleğin simgesidir. Varlık sahnesinde ilk savaş, suyun öze inmesiyle, suyun zıddı olan ateş arasında olmuştur.


Eğer sekiz köşeli tokmakla kapıyı açarsan, sekiz Cennet’e açılan bir boyuta geçersin. Bil ki; Kâbe de sekiz köşelidir ve sekiz köşede, toplam 24 açı vardır. Bir gün ise 24 saattir.

Âlemde, bu gördüğün 12 tünel gibi yine 12 tünel vardır. Bu tüneller geceleyin bir başka zamana ve boyuta, gündüzleyin bir başka zamana ve boyuta çıkar. Her tünel, gece ve gündüz olmak üzere çift işlevlidir. Gündüz, zahiri zaman ve boyutlara açılır, gece ise manevi zaman ve boyutlara açılır. 12 Tüneli, gece ve gündüz ile yani iki ile çarptığın zaman 24 eder.
Ana rahmine düşen insanın ruhu, bu 12 tünellerin birinden gelir. İnsana üflenen ruh, günün hangi saatine denk geliyorsa ve hangi tünelden geliyorsa, kişi bedenen bulunduğu zamana ait olmakla birlikte, ruhlar farklı zaman ve boyutların bilgisine sahiptir.
Ruh, geçtiği tünelin, manevi ya da zahiri olmak üzere, boyut ve zamanın tüm bilgilerini ve özelliklerini kuşanır.

Kişi, ahir zamana ait boyuttan ve zamandan da geçebilir, Atlantis ve Mu uygarlığının zamanından da geçebilir ya da insanlardan önce yeryüzünde yaşayan, Cin uygarlıklarına ait her hangi bir zamandan da geçebilir.

Bizler hepimiz, bedenen bulunduğumuz zamana aitiz ama ruhen farklı bir zamanın ve boyutun bilgisini kuşanmış varlıklarız. Herkesin zihin menfezleri, ruhunun kuşandığı boyut istikametinde açıktır.’’

Adam bunları okuduktan sonra, kitabın kapağını kapattı ve bana şöyle dedi:


‘’Bu dediklerimi iyi düşünün ve çevrenizi çok iyi gözlemleyin. Ne demek istenildiğini anlayacaksınız.’’

Daha sonra kendimi mağaranın ağzında buldum.

Yine arkamdan beni takip eden iki kişi ile birlikte yürümeye başladım.

Arkamdan gelenler, adamın bana okuduğu kitabın isminin ZAMANIN DOKUSU olduğunu söylediler.

Mağaranın doğu tarafına doğru yürümeye devam ettik ve kerpiç evlerden oluşan ama kimsenin yaşamadığı çok eski bir köye geldik. Arkamdaki o iki kişi, bu köyün nebi ya da resul görmüş bir köy olduğunu söylediler. Bana Saffat, Saffat diye zikrederlerken uyandım.

HAKAN: Kardeş maşallah ve hayır olsun. Nasıl bir rüya bu böyle ?

YAHYA: Hakikaten çok garip bir rüya kardeşim. Cenabı Allah, hayırla neticelendirsin inşallah.

HAKAN: Kardeş, rüyanda gördüğün ZAMANIN DOKUSU isimli kitabı, ben de rüyamda gördüm. Acaba sır olan bu kitap mı?

ALPER: Sen nasıl gördün, anlatsana.

HAKAN: Bir odada, kızımla beraber televizyon programı seyrediyorduk. Çok sevdiğim bir abinin, devamlı takip ettiğim bir programıydı. Programın konuğu, saçları hafif önden dökülmüş Müslüman bir profesördü. Zamanın Dokusu adlı kalın bir kitap yazmış ve bu konuda çalışmaların devam ettiğini söylüyordu. Elinde gösterdiği kitabını da, anam-babam bastırdı diyordu.
Bulunduğumuz odanın, bahçeye açılmış bir kapısı vardı. Kapının dışında masa üzerinde ve yerde olmak üzere iki tane pelerin vardı. Masa üzerindeki pelerin, İslam tasavvuf tarihinde önemli yeri olan, Hicri 12. asırda Afrika’nın kuzey ülkelerinden Fas’ta yetişen, büyük Velilerden, ünlü ariflerden ve kendi zamanının kutbu olan bir zata aitti. Yerdeki pelerin ise programdaki profesöre aitmiş.

O büyük veli, sağ elini uzatarak, profesörün pelerini uzaktan havalandırdı ve masanın üzerine koydu. Bana sağ elini öptürdükten sonra, kapıyı açmamla birlikte kızımın ve televizyonun olduğu odaya girdi.

O büyük veli, avucuna biraz çakıl taşı aldı ve kerameti ile ısıtarak, benim iki avucuma bıraktı. Taşların sıcaklığından canım yandığı için bağırmaya başladım. O ise bana, öylece bakıyordu. Daha sonra fark ettim ki; elim yanmıyordu, ben yandığını sanıp, o ZAN ile bağırmışım.

Bu mealde bir rüya gördüm, rüyam devam ediyordu ama kitapla ilgili kısmı bu kadardı. Daha sonra programın sunucusu olan değerli abime, yazarak bu rüyamı anlattım. Dilerse geri kalan kısmını da anlatabilirim.

YAHYA: Hakikaten sizin rüyalarınızın, sır içinde sır olan ortak noktaları var. Benim ise bütün rüyalarım, ahir zaman süreci ile ilgili.

ALPER: Rüyamdaki kitapta yazdığı gibi, ruhun geçtiği tünelle ilgili bir durum demek ki; Senin ruhun, ahir zaman sürecine ait zaman ve boyuttan geçtiği için, zihin menfezlerinin o istikamette açık. Bizim rüyalarımız ise hep geçmişle ilgili, gördüğün gibi.

HAKAN: Sen geçen gün mağaranın bağrında sakladığı medeniyet ile ilgili bir şeyler anlatıyordun. Devam etsene.

ALPER: Mağaranın 8 kat olduğunu söylüyorlar. Her katı ayrı ayrı sırlarla doluymuş ve 12 bin yıldan eski olan bu medeniyetin insanları, başlarını sürekli tıraş ettiriyormuş.

YAHYA: Eski Mısır’da, Firavun ailesinin yaptığı gibi yani.

ALPER: Evet dediğin gibi, eski Mısır’da, Firavun ailesi de başını tıraş ediyormuş ama bunun muhakkak bir sırrı olmalı.

HAKAN: Nasıl bir sır ?

ALPER: Söz konusu bu kavmin başındaki kralın, diğer insanlardan daha uzun yaşadığı ve başında saç çıkmadığını söylüyorlar.
Kralın tahtının tam karşısında ve odanın ortasında, beyaz mermerden bir havuz varmış. Havuzdaki su, süt gibi bembeyazmış. Havuzun içinde bir tane bembeyaz, kaza benzeyen iri bir kuş, yanında ise irili ufaklı siyah kuşlar varmış.
Kralın bulunduğu yerin giriş kapısı, bildiğimiz kapılardan değilmiş. Dışarıdan bakan yabancı biri için, hiç kapısı yokmuş. Sadece bıçağın keskin tarafı kadar ince bir aralık olduğu ve bu aralıktan geçerken, elips şeklinde ve bir insanın geçebileceği kadar genişlediğini söylüyorlar.

YAHYA: Yani bir nevi BOYUTSAL bir kapı.

ALPER: Herhalde öyle olmalı. İlk anlatıldığında, ben de öyle düşündüm zaten.

HAKAN: Kralın diğer insanlardan daha uzun yaşamasının sırrı, şimdi anlaşıldı.

YAHYA: Nasıl yani ?

HAKAN: Eğer bu boyutsal bir kapı ise, kapının ardı farklı bir boyut o halde. Dolayısıyla zaman süreci, dünya boyutundan farklı oluyor. Böyle olunca, diğer insanlardan daha uzun süre yaşamış olması gayet normal.

ALPER: Kralın bulunduğu bu has odanın, boyutsal bir kapı ile saklanmış olması, bulunmasını çok zorlaştırıyor. Zaten sekiz katın her biri, birkaç futbol sahası büyüklüğündeymiş. Tabii ki bu bir tahmin, daha da büyük olabilir.

ALPER: Bu kral, yeşil gözlü bir kadın tarafından, bir çeşit büyü ile öldürülmüş. Kral ölmeden önce tahtında oturmuş, sabit gözlerle, havuzdaki kuşları seyrediyormuş. Ölüm olayı gerçekleştiğinde yine ayni şekilde kalmış. Yalnız kral öldüğü zaman şu garip olay gerçekleşmiş…

HAKAN: Hangi olay ?

ALPER: Kralın ölmesini müteakip, havuzda yüzen beyaz kuş ve arkasındaki siyah kuşların uçarak, gökyüzünde kaybolduğunu söylüyorlar. Kralın bedeni, hiç bozulmadan hala öylece durmaktaymış. Onu öldüren yeşil gözlü kadının ise gözleri hariç bütün vücudu taşlaşmış ve bir daha o odadan dışarı çıkamamış…

YAHYA: Sadece gözleri mi kalmış ?

ALPER: Zaten sadece gözleri kaldığı için gözlerinin yeşil olduğu biliniyor.

HAKAN: Peki bu beyaz havuzdaki, beyaz suyun ve kuşların sırrı neymiş ?

ALPER: Bu havuzun bulunduğu nokta, hayat sıfatının sırrı olan Cebrail (a.s.), fizik bedene bürünerek, arza indiği ve ayağını bastığı yerden çıkan suymuş. O yüzden buradaki suya, hayat suyu diyorlarmış…

YAHYA: Cebrail (a.s.)’in fizik bedene bürünmesi mi ?

ALPER: Cebrail (a.s.), Peygamberimizin devrinde, sahabeden birinin suretine bürünmüyor muydu? Hazreti Hasan ile Hazreti Hüseyin Efendilerimiz, onu o sahabe sanarak, onunla oynamıyorlar mıydı? Hazreti Musa (a.s.) zamanında yine fizik bedene bürünmüştü de, Samiri denilen kişi, onu tanıyarak, ayağının bastığı yerin toprağını, yaptığı bir buzağı heykeline katmamış mıydı? Daha sonra o buzağı canlanıp, bir takım sesler çıkarmış ve İsrail oğullarının bir kısmı o buzağıya tapmamış mıydılar?…

HAKAN: Evet doğru söylüyorsun.

YAHYA: Peki; ya kuşların sırrı ?

ALPER: Kuşların sırrını bilmiyorum, anlatan kişi bunu söylemedi. Yalnız kralın parmağında, dünyada hatta Güneş sisteminde olmayan bir elementten yapılmış bir yüzük varmış. Bu yüzüğün üstünde RUKKA âleminin, dört büyük meleğinin ismi yazıyormuş…

HAKAN: Rukka âlemi mi? İlk defa duyuyorum.

ALPER: Ben de aynen böyle söyledim anlatan kişiye. Meğerse bu âlem dünyadan 70 hicab ve 70 hicab daha ötede, Arş’ın üstünde bulunan bir âlemmiş…

YAHYA: Hakikaten çok tuhaf şeyler. Acaba bu kral insan mı ki?


ALPER: Bu medeniyetin başına gelenler, kral öldükten sonra daha da tuhafmış zaten…

HAKAN: Bu kralın başka özellikleri, dikkat çeken başka tarafları falan var mıymış ?

ALPER: Dünyadaki bütün dilleri, ana dili gibi konuşurmuş. Camı elmasa, metalleri altına çevirebiliyormuş. Bu kralın zamanında fizik ve metafizik ilmi çok ileri düzeydeymiş. Tarihin içinden her olayı ya da kişileri ve geleceği, sanki kendi yaşamış gibi, gayet net ve ayrıntısına kadar anlatıyormuş.F izik beden olarak diğer insanlar gibi yaşlanmıyormuş. Esas garip tarafı, adam hiç uyumuyormuş…

HAKAN: Hayat suyu dedin, ölümsüzlük suyu gibi bir şey mi ?

ALPER: Hayır ölümsüzlük suyu filan değil. Bu suyu içen kişilerin, ruhlarının nuru artar ve enerji bedenlerinin titreşimi hızlanırmış. Bu sudan içen kişilerin fizik bedenleri, mavi renkli, cam bir tüpün içine yatırılır, baş kısmı hariç tüp özel karışımlı bir suyla doldurulur, suyun içine hakiki gül suyu katılır ve kişinin tamamen bilincini kaybetmesi beklenirmiş…

Şeffaf beden, fizik bedenden ayrılınca, tüpün suyu boşaltılır ve üstü sarı renkli bir örtü ile örtülürmüş. Eğer şeffaf beden üç güne kadar geri gelmezse, ölüm olayı gerçekleşebileceği için tüp tekrar suyla doldurulur, içine çınar ağacının öz suyu katılarak kristal odasına götürürlermiş. Mavi bir kristalin altında, şeffaf beden mecburi olarak fizik bedene geri dönermiş.

Tüpteki suyun içine katılan karışım ve hakiki gül suyu, fizik bedenin yapı taşları olan atomların, titreşimini düşürürmüş. Cam tüpün mavi renkli olması da ruhun titreşimini arttırırmış. Zaten mavi renk, ruhun rengidir. Daha önce içilen havuzdaki su ve hakiki gül suyu, şeffaf bedenin titreşimini maksimum seviyeye çıkarır, böylece fizik bedenden ayrılmasını sağlarmış.

Tüpün içinde bekleyen fizik bedenin üstüne, sarı renkli bir örtünün örtülme sebebi ise cinlerin ve kem gözlerin saldırılarından korumak ve başka birinin şeffaf bedeninin, bir başkasının fizik bedenine girmesini engellemek içinmiş. Zira sarı renk, bedenin kendi ruhu hariç cinlerin ve bu frekansta olanların titreşimine negatif etki yaparak uzak tutar.

Şeffaf bedeni yani enerji bedeni geri getirirken suya katılan çınar ağacının öz suyu, fizik bedenin atomlarının titreşimini arttırarak, bu sefer fizik bedenin enerji bedene, titreşim olarak üstün gelmesine ve geri dönmesine sebep olurmuş. Zaten çınar ağacında uzun yaşamanın, genç kalmanın ve gen tedavisinin sırları mevcuttur…

YAHYA: Peki bu insanların hepsi mi, bu işlemi gerçekleştiriyorlarmış ?

ALPER: Hayır hepsi değil. Belli bir öğretiyi tamamlayıp, seçkinler sınıfına dâhil olanlar bunu yapabiliyorlarmış. Zaten belli bir öğretiden geçmeyen kişinin enerji bedeni, geçtiği boyutun ilk olarak cinlerin boyutu olması sebebi ile bu mahlûkatın hemen saldırılarına maruz kalır. Enerji bedenin titreşim boyutunda, cinlerden daha tehlikeli mahlûklar da varmış…

YAHYA: Enerji bedenin, fizik bedenden ayrılmasıyla bu insanlar nerelere gidiyorlarmış, neler yapıyorlarmış?

ALPER: Bu kişiler zaten evvelinde, mistik bir öğretiden geçtikleri için enerji bedenleri ile cinler âlemine nüfuz edebiliyorlar, Berzah âlemi denen boyutta ki ölülerin ruhlarının bir kısmı ile görüşebiliyorlar ve başka Güneş sistemlerine gidebiliyorlarmış. Zaten başka Güneş sistemlerinden getirdikleri değişik bilgileri, fiziksel boyutta değerlendirip, geliştirdikleri teknik imkânlarla yine ayni gezegenlere gitmeye başlamışlar.
Oralardan, dünyada olmayan maden ve elementler getirmeye, dünyada yetişmeyen bitki çeşitleri ve hayvanlar getirmeye başlamışlardı. Teknolojileri akıl almaz bir ölçüye ulaşmıştı.
Herhangi bir nesnenin iç kısmını, dışını kesmeden işleyebiliyorlardı, maddeyi enerjiye dönüştürüp, başka bir zamana ve mekâna iletebiliyorlardı, tek parça gemiler ve uzay araçları yapabiliyorlardı. Bu kavmin en tehlikeli gelişmesi ise, gelişmiş bir beyin yapısına sahip olan, insanla hayvan arası bir canlı türünün, bunların zamanında ortaya çıkmasıydı…

HAKAN: Yani bu insanlar, başka bir boyutun ve düzlemin ilmine ve bilgisine ulaşmışlardı.

ALPER: Yalnız ilk olarak teknik imkânlarla bu yolculuğu yaptıklarında, kullandıkları dördüncü boyutun, sayısız düzlemlerine kaybolmuşlar, bir kısmı geri getirilememiş ya da geri gelenlerden bir kısmı ölmüş ya da insan formundan çıkmıştı. Bu yolculuklar sırasında, kavim için dönüm noktası denebilecek bir olay yaşanmış…

YAHYA: Nedir bu dönüm noktası olan olay ?

ALPER: Yaptıkları en son yolculuklarında, geri gelen sekiz kişi, insanüstü güçlerle dönmüşler ve beraberlerinde gittikleri âlemden, bir mahlûkat getirmişler.
Sekiz kişinin beraberinde getirdikleri o mahlûk, önce cinlerin daha sonra insanların kontrolünü ele geçirmiş. O mahlûkun beraberinde taşıdığı bir cam küre ve bu cam kürenin içinde pis kokulu, kırmızı bir taş varmış.
Bu taş sayesinde, emrindeki cinlerin enerji bedenlerini, fizik bedene dönüşecek kadar yoğunlaştırabiliyor ve güçlendirebiliyormuş. Ama ayni taş, insan ruhunun tahribatına sebep olmakta ve ruha acı vermekte, kendi çekim alanı içinde tutsak edip, beyinleri bloke etmekteymiş…

HAKAN: Bu bir nevi, kabir azabı gibi bir şey o zaman.

YAHYA: Zaten kabir azabı da, enerji bedenin acı ve ızdırap duyması, cebri bir yaşam içine girmesi değil mi ?

HAKAN: Farkında mısınız? Şu an, insanların soyut ya da manevi olarak bildiği ve bir kısmının da inkâr ettiği, ölüm sonrası içine gireceğimiz âlemin, somut olarak algılanan halini konuşuyoruz. Bu konuştuklarımız düpedüz, ölüm ötesi bir alemin, beş duyumuza göre açıklanması yahu…

ALPER: Arkadaşlar artık biliyoruz ki; ölüm sonrası içine gireceğimiz berzah âlemi ve sırları, şu gözlerle görebileceğimiz kadar yakın aslında. Ay dedeyi her akşam görmüyor muyuz ?

HAKAN: Sır denilen şeylerle iç içe ve yüz yüze yaşıyoruz da haberimiz yok yahu.

YAHYA: Peki mağara hakkında başka şey biliyor musun?

ALPER: Kralın odasının tam karşısında, Kâbe duvarı gibi dört köşe ve üstü açık 2 metre yüksekliğinde bir yapı varmış. Bu yapının üstü camla kaplı ve içi aydınlıkmış. Bunun üstüne çıkan kişi, aşağı baktığında, aydınlık ama dipsiz bir kuyunun üstünde olduğunu görüyormuş.
İşte bu kuyu ile Ayasofya camisinin içindeki kuyunun sırrı ve açıldığı âlem ayni imiş…

HAKAN: Sen bu anlattıklarını nereden öğrendin, bu bilgilere nasıl ulaştın ?

ALPER: Sizinle bu mağarayı aramaya başlamamızdan dört ay sonra, Elmacık köyüne, ceviz almaya gidiyordum. Köyün yolu üzerinde, kestirme olur diye sağ tarafa sapan, patika bir yola girdim. Yol Elmacık köyüne değil ama başka bir köye çıktı. Öğlen vakti olduğu için durup camisinde namaz kıldım. Yalnız caminin ne cemaati vardı ne imamı. Koca camide öğlen namazını tek başıma kıldım. Namazdan sonra önünde söğüt ağacı olan, basık tavanlı kerpiç bir kahvehanede, köz üstünde ısıtılmış bir bardak çay içtim…

HAKAN: Köz üstünde mi ?

ALPER: Evet dediğim gibi. Zaten köyün ne elektrik direği vardı ne de kahvehanede tüplü ocak vardı. Üç beş tane ihtiyardan başka kimseyi görmedim zaten. Çayın parasını da almadılar. Bana çayı ısmarlayan ihtiyar, ben sormadan bunları anlattı bana.

YAHYA: Sen sormadan mı anlattı ?

HAKAN: Kardeş ben daha önce, köylere pazar kurmaya giderken, dönüşte Elmacık köyüne uğrayıp su alırdım. Bahsettiğin o patika yoldan kaç defa gittim. O yol, eski bir mezarlığın yanından geçip, doğruca ana yola çıkar. Orada köy filan yok!

ALPER: Tamam köyün yanında gayet eski bir mezarlık var ve patika, doğruca ana yola çıkıyor. Köy de zaten mezarlığın yanında.

HAKAN: Kardeş orada köy filan yok, kaç defa gittim ben oradan!

ALPER: Orada köy filan yoksa benim gördüğüm neydi o zaman ?

YAHYA: Senin gördüğün köy, zaten tuhaf kardeşim. Bana bakın, bu işte biraz gariplik var. İkiniz de ayni yoldan gittiğinizi ve eski bir mezarlık gördüğünüzü söylüyorsunuz. Ama biriniz köy vardı diyorsunuz, diğeriniz yok diyorsunuz.

ALPER: Abi be. Benim gördüğüm neydi o zaman ?
yazan: Bülent Gökçen
(diğer bölümler için başlığa tıkla)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder